Saçmalığın İki Kavramı

hayat üzerine bir iki şey

Çarşamba, Nisan 30, 2008

hocam, bi frape az şekerli sade

sıkıntıyla geçen beş altı hatta yedi sekiz haftanın sonunda bir envanter yapıp toplam iki yıllık sıkıntı elde etmek ya benim muhasebeden zar zor geçmemle ya da modern matematiğin çöküşüyle ilgili*. bir de maliyeciler problemi var, ben O'na artık bilinemezci denklem diyorum. Neyse arada fiş kesmek her zaman iyidir.

50 yıllık çöplerin arasında iki büklüm bu yazıyı yazarken aslında yeni bir yolculuğun müjdesini vermek istemiştim, gerçi kime ne?

bugun sana yazmıştım "slm cnm içimde bi boşluk var, optm cnm kib bye" diye, aslında bunu tartışmak istiyordum ki yolculuk güzel bir kılıf oldu. kültür elçisi falan değilim sadece kendi varoluşumla ilgileniyorum. o boşluk üzerinde gidip geliyorum şimdi, birşey yapıp doldurmalı. bugüne kadar (farkında olmadan o boşluğu doldurmak için) yaptığım şeyleri düşündüm; gayet parıltılı. bilmemne film festivalinin direktörüyle takılıp son dönem filmlere bok atıp cassavetes filmlerini ilahlaştırmak, beş parasız olup son paramla kediye en pahalı mamalardan almak (fakir edebiyatı dışında değerlendirelim bunu, oh la la), sarhoş olup insanlarla iletişim kurmaya çalışmak ve kurulan iletişimi baltalamak, o da olmadı başka insanların hikayelerinde bir rol almaya çalışmak. olmadı galiba, bilemedim.

ne dersin adamım?

Pazar, Nisan 27, 2008

müstehak

bu duruma düşmemde senin de payın varsa, allah senin de müstehakını versin.

amen.

Cuma, Nisan 25, 2008

eşyaları hareket ettirmek anıları da hareket ettirmektir. kışlıkları yazlıklarla yer değiştirmek, anılara mevsim değiştirmektir. yıkanmış tülleri asmak, anıların tüllerini de asmaktır. yemek yapmak, anılara da baharat katmaktır. şiir okumak, anıların mızrak uçlarına girmektir.

"yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
dişleri tenime geçse yaz rüzgarlarının
izine pek rastlamasam
ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
bunu bir daha sorsam
ne çıkar bir daha sorsam
sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği
benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam" (edip cansever)

Salı, Nisan 22, 2008

Şutlu saatler...

İlkokulda monolog yapmıştım bi bayramda, 23 nisan olması kuvvetle muhtemel... Adı şut ve gol'dü; tam detayları hatırlamıyorum ama küçük bir çocuğun futbolla iligili bi macerasıydı! Bir edebi tür olarak monolog nedir-ne değildir diye o günden beri bir daha aklıma hiçbir şey gelmedi-burada da onun açıklamasına giremeyeceğim zaten; bir tür stand-up show'du; '90ların başı için ilerici bir hareketti diyebiliriz-10 kıta istikal marşı, okul korosu vb. atraksiyonlara sokulduktan sonra bir o eksik kalmıştı zaten...

Şimdi bunları niye anlatıyorum-tabii ki kimseye ve kimsenin mutlu saatlerine müdahale etmemek için. Küçüklükten beridir futbolla bir bağımız vardı; babamın görevli olduğu maçlara erkenden gider filelerin takılmasını, çizgilerin çilimesini falan izlerdim-ama bunları diğer tarafta anlatmam daha doğru. Zaten herşey çocukluktan...

Şuta geleceğim tekrar; haftasonu atılan iki şut bizi mutlu etti Pendik'te, gittik geldik işte... Her ne kadar benim attığım şutlar yerini bulmasa da başkalarının şutlarıyla mutlu olmaya çalıştığımı söylemiştim; attığımız şutların malum çizgiyi geçmemesi münasebetiyle tribünlerin hararetli tepkilerine boyun büken hayalkırıklığı yaratmış transfer edasıyla kenar yönetime değişiklik talebinde bulunuyorum. Çıkar beni hoca; al beni dışarı... Hayalkırıklığı şapkamda bir tüy olmuş zaten.

Kışın yoğunlaşıp sertleşip içimizde yumru olan, yazın -Çukurova asfaltları gibi- eriyip gevşeyip tüm vücudumu saran bu katrankara dert için ne kadar yol gidip, ne kadar şuta boğaz patlatacağım ne kadar çizgi geçip ne kadar kaçacağım bilemiyorum. Daha ne kadar yorulmak bana geçmişi unutturur; ya da kaç gün sesi kısık kesmek söylenen sözlerin acısını susturur... Coğrafya kitaplarında, bu mevsimsel katrankaralık durumları için herhangi bir açıklama yapılmıyor ya da Milli Tarih kitapları bu savaşımla ilgili yol gösterecek bilgiler vermekten uzak. AnaBritannica bu maddeye yer vermemiş; UN kurumları ise hangi yılı bu konuya adayacak bilinmez...

Tekmeye kafa uzatmak, pres yapmak, çapraz koşularla alan açmak ve fair-play ruhu yetmiyor puan almaya; şut ve gol gerekiyor, boş kaleye topu yuvarlayabilme basireti gerekiyor...

Salı, Nisan 15, 2008

diskötek'e mektup-2

Sevgili diskötek, sen gittin Ankara'dan; benim Kızılay'a gelip abi bi kahve içelim diyeceğim kimse kalmadı-biliyorsun bunu. Kahveme kaç şeker aldığımı bilen kimse de yok; ya da ağlak cümlelerimi yüzünü eşkiterek dinleyip abi yeter ama diye yüzüme tokat atan da yok-bunu da biliyorsun. kimseyle senin kadar açık konuşmadım-kimsenin ağzına edemiyorum kimse de benim-bunu da tabii...

Car car konuşup, alakasız cümleleri birbirine ekleyip kafamı ütüleyen kims de yok olsa da kimseden seninki kadar tat alamıyorum; ya da yolda gördüğüm acayiplikleri anlatacağım acayip bir insan yok. Farkındasın.

UNHCR'dan gözetliyorlar burayı hergün, hala bi mültecilik başvurusunda bulunmadım oysa ki, halbuki alsan beni Dominik Cumhuriyeti'ne götürsen ya da ne bileyim içtiğimiz kahvelerin ellerinden geçtiği çocukların ülkelerine... Yapamazsın.

Kendime yarattığım bir kaçış hattı, sanki şimdlik tek düzlüğüm nefes alıp verebildiğim; onun dışında bu dört duvar içinde nefes nefeseyim.

İnsanlarla görüştüğümde onlartla konuşmaktan sıkılıyorum; onlara tahammülüm kalmadı sanki ama abi yeter bi sus dediğim bi tek sen vardın; farkındaydın.

Canım sıkkın sevgili diskötek; bahar geldi neyime-evine gidip aa ne güzel şarkıymış bu diyeceği kimse yok; ya da nazlanıp bi şeylere şikayet edeceğim. Adana küfürlerini paylaşacağım; ya da yılların tribüncüsü edasıyla ellerini açıp alkışlarını göreceğim kimse de... Yapardın...

İnsan kendine hergün altbenlik yaratamıyor-olanla idare ediyorduk işte, ya da olanlarla hala idare ediyoruz ama bir eksildi işte...

Canım sıkkın sevgili karakaşlı karagözlü kardeşim; sürekli aynı şeyleri söyleyip bi türlü yapmamana da alışmıştım oysa; şimdi sen olmayınca ben yapıyroum buu kendime, seni özlememek için; bitirdin bir altbenliğ.... Sen şimdi gidip kendine yeni bir hayat kurdun, e en güzeli tabii; bi yerden başlamalıydın artık. Yaptın.

Ben en iyisi gidip uyuyayım, hiç uyumadığım kadar uyuyorum zaten bu günlerde; bi gün uyuyacağız bi daha hiç kalkmayacağız be diskötek, halbuki dışarıda değiştirecek bi dünya vardı; artık yok sanki. Haklıydın.

Oturup kitap okuyayım ve kendime küfredeyim başkaları mutlu saatlerinde eğlenirken, herkes en iyi yaptığını yapıyor işte hayatta...

İyi ki Gülşen Abi var; kahvaltı yaparken seyrediyorum. Yumurta-peynir-zeytin-bal-çay.

İyi çalışmalar, bol kazançlar abi...

Pazar, Nisan 13, 2008

Gülşen Abi...

Saçmalıklarla dolu bu bloga, tabii ki absürd bi dizi yakışır; Gülşen Abi yani bizim Abidin, tekrar bölümleriyle hafta içi hergün 10.00'da TRT 2'de...

Perşembe, Nisan 10, 2008

yaralarımla besleniyorum

Kemre tutmuş yaraları kanatmaya bayılıyorum; çıkan kanı emip geçmişin yabancı ülkesine gitmeye de... Açtığın yaraların kurumasına izin vermiyorum: bu da bir tercih, değil mi? Çekip gitmek gibi... Zehir karışımlı sözleri hatırlayıp,nefesimi tutup kendimi kandan bir havuza atmaya bayılıyorum. Arabeske bu kadar yakın topraklarda yaşadığımız için seviniyorum; kuzeyin soğuk ülkelerinde yaşasak akacak bi yerimiz bile olmayacaktı.

Şimdi, başlayamadığım bu yeni hayata kırmızı bir perdenin arkasından bakıyorum sanki, gözümü bürüyen kan, damarları patlatan kan, emdiğim kan. Kesiklerimden damlayan... Kestiğin yerlerden damlayan...