Saçmalığın İki Kavramı

hayat üzerine bir iki şey

Pazartesi, Mart 08, 2010

yersiz yurtsuz yazarlar

yine tarihin tekerrürden ibaret olduğu düşüncesinin hayatımın her tarafına yayıldığı günlerden biri, değişen bir şey yok. yazmaya korktuğum için yazmıyordum, dinlemeye korktuğum için dinlemiyordum. eski-yeni plaklarımın arasında seçim yapmak zorunda kaldım birkaç gün önce. şeyler ve benim aramda köprü kuran o hikayeler ortaya çıkıyor tek tek. küçük bir alman şehrinde şans eseri karşıma çıkan depo dükkan arası bir dükkanda geçiridiğim bir iki saat sonrasında aldığım bir iki plak, kendisinden epey plak aldığım bana hediye olarak gönderen buzzbox'ın plağı (bu buzzbox takma isimli çocuğun hikayesi hakkında epey kafa yormuştum zamanında), ardından elim bir iki albüme kaydı, piano magic - writers without homes. albümün ilk tınısıyla beraber, albümle benim aramdaki hikayeler araya giriyor; tavanında su akıntılarının izinin eksik olmadığı, basık tavanlı, eski halı kokusunun bir türlü çıkmadığı güzel odamı düşledim. bir sigara yakmazsam hemen oracıkta öleceğimi düşündüm (evet, sigarayı bırakma çabam yine sigaranın üstünlüğüyle sona erdi; ayrıca sigarayı özendirdiğimizi düşünen iyi niyetleri birileri erişimimizi engeller mi?)

hayatımın "şeyler" ve benim aramdaki bağlardan ibaret olduğunu düşünüyorum şu anda ki yazmamın başlıca sebebi bu. şeyler" hayatımı ele geçirmiş durumda, daha fazlası için kendimi yiyorum. aslında daha fazla şeye sahip olmak eskileriyle aramdaki bağı koparacağını düşünüyordum, sadece bağlarımı derinleştiriyor, düğümler atıp kopmamasını sağlıyor. acaba haddinden fazla hikaye unutmamı sağlayabilir mi, yoksa hep bir yerlerden fışkıracak mı? (sigmund bey buna derdi bilmek istemem).

aramda organik bir bağ bulunması vedalaşmalarımı uzatıyor; hareket eden trenden inip gardaki sevgiliye koşuyorum hergün. birşeylere saplı kalmak beni güvende hissettiriyor. hergün bir trene biniyorum ve hergün tekrar iniyorum. ne kadar çok tren istasyonu görsem de hepsi aynı şehrin istasyonu oluyor; şehrin ne önemi var ki; saplı kaldığım nota beni öldürüyor. yoksa kaldırımlar her yerde az çok aynı, güzeller her yerde güzel görünüyor, kahvenin tadı aynı sertlikte.

birşeylere devam etmek için, birilerinin gelip herşeyimi yok etmesi gerekiyor, imha makineleriyle gelmeliler ki tekrar tekrar çöpten toplamayım. manevi bir durumdan söz etmiyorum; oldukça gerçek bir imhadan bahsediyorum şu an. yok denecek kadar az kişisel eşyası olan insanlara her zaman imrenmişimdir; kendi bağımlılığımla yüzleştiriyor beni.

evet usta, mevsim uzun

başka bir mevsime gidiyorum, umarım şeyler peşimi bırakır.

Çarşamba, Nisan 22, 2009

müspet sorular

Yeniden saçmalamak, fazla duygusal ve klişe olmak ya da ucuz metaforlara bulanmak için, yeniden aşık mı olmak gerekiyor? Ya da ücra köşelere yolculuklar mı yapmalıyım en baştan? Arşive giren onca yazıya bakınca, delilik dönemleri-sıkıntı dönemleri-girdaplar hep öyle anlara denk gelmiş. İyidir, güzeldir; yaşananlar reddedilmez, birikir-yorar ama onlarsız da olmaz işte. Biraz durup dinlenip, saçmalıkları gözden geçirmek; daha sakin biri olma derdine dalıp ya da başka uğraşlar edinip kafayı dağıtmak -sonra onlar kafanı dağıtır fark etmezsin!- iyi gelebilir bünyeye. Eskiyle muhasebe, hep açık veren hesaplar, şimdi ne yapıyor triballeri; intikam almanın hırsı, umursamamanın rahatlığı, hayat güzel klişesi, kendine güven telkinleri; daha ne olsun! Zamanı iyi değerlendirmişim gibi görünüyor. İlk soruların cevapları, sanırım müspet. O vakit beklemek gerek...

Perşembe, Nisan 02, 2009

/home

bir defa ayrıldığımızda hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olan yer, ev. tekrar dönüp bakma olasılığımız hesaplamayı istatistik kurumları bile reddediyor. çünkü herkes farkına varıyor er ya da geç.

hayatlarımız en müthiş ve en boktan zamanlarını geçirdiğimiz mekan, kimi zaman kendi sınırlarını çizdiğimiz dört duvar arası. şöyle ya da bir süre sonra gidiyoruz; içimiz rahat çünkü her zaman dönebileceğimizin farkındayız (en azındna öyle hayal ediyoruz). koşar adımlarla uzaklaştık, çünkü geride kaldığında yakamızı bırakacağını zannediyorduk.

tabi ki herşey değişiyor; duvara astığınız posterler gidiyor öncelikle, bir süre sonra yabacı eşyalar, yabancı insanlar vs. geri döndüğümüzde bizi karşılayan tek şey misafirlik duygusu. o zaman anlıyoruz ki artık buraya ait değiliz. oysa ki başıma ne zaman kötü birşey gelse, dönmek istediğim tek yer orassı. yorganımın altındaki rahat hayat beni bekklemiyor artık, çünnkü nevresim bile yabancı artık.

büyük bir soru bekliyor beni; bir daha böyle bir yere - böyle bir duyguya tekrar sahip olabilecek miyim? çok korkutuyor bu beni dostum. bu yüzden hiçbir zaman doğru düzgün çekip gidemedim. çözmem gereken bir mesele var, yüzleşmem gereken. bilirsin ya içimde her zaman vardır "sıfırdan başlamak", hani hiç beceremediğim, korkaklığımın avcunda debelendiğim arzum.

bir yere gitmek istiyorum.

Pazar, Ocak 18, 2009

fazla duygusal ve klişe

hayatımda pek bahar temizliği yapmadığımı farkediyorum; sanırım bu da taşınırken ortaya çıkan gerçekler kategorisine giriyor. yıllardır biriktirdiğiniz herşeyin değerini tekrar ölçmek için harika bir fırsat bile sayılailir, ya da geçmişinden arınma terapisi. biriken dergiler, sağa sola karalanan yazılar, fotokopiler, ders notları, eski fanzinler, kasetler ve cd'ler, en son 5 sene önce giyilmiş kıyafetler, bir daha kapağı açılmayacak kötü kitaplar, kataloglar...

ve evet, ben bir koleksiyoncuyum, 60'larıma kadar yaşayabilirsem bir çöp evde bulabilirim kendimi (kuvvetle ihtimal). biriktirmenin iktidar sahibi olmayla bir ilgisi olduğunu düşünürüm. gerçi bu daha çok "biriktirilebilir" şeyler için geçerli: kitap, plak, dergi vs. ben daha çok ıvır zıvır biriktirenler tarafındayım: "hah şunu fanzine koyarım", "şunu bir iş içerisine yerleştiririm", "ileride bu konu hakkında birşeyler yapabilirim"... daha gider bu mazaretler. gerçi bana müthiş yıllarımı hatırlatan ve yaz kış ayağımdan çıkarmadığım (kırmızı) eski spor ayakkabılarımı da saklamışım.

bu temizliğin bir de öteki yüzü var, tüm o eşyalarla geçmişe dönüş, zaman makinesine girmek gibi. işte bu kısım kimi zaman dudaklarımızın kenarından akan bir tebessüme, kimi zaman da acı dolu bir düşünce bulutuna dönüşebiliyor. bir de toz içindeyse ellerimizi de kirletmeyi başarabiliyor. sürekli içeri gidip ellerimzi yıkamak gerekiyor, bir de gerekliyse plastik bir toprbanın içerisine atmak.

fazla duygusal ve klişelere düşmüş oldu bu.

Pazar, Ocak 11, 2009

tedirginlikler krallığı

şimdi bu yazıyı okuyanlardan biri çııp diyebilir ki "neden krallık? neden cumhuriyet değil? yoksa siz siz...". diyebileceğim şudur (ki bu kısmı okurken ilkokul 5'teki yepyeni alınmış mavi önlüklü halimi hayal edin): cumhuriyet halkın kendi kedini yönetmesidiiiir. tedirginlik krallığı ise sizin kontrolünüzden çıkan ve doğal olarak size egemen olan bir kral tarafından yönetilmesi falan filan. bir canavar yaratıyorum ve o beni kontrol ediyor, tedirginlikle.

modern hayat mı? pek sanmıyorum, modern öncesi toplumlarda da insanlar tedrginliğin esiri olmuşlardır herhalde. bu kısmını antropolog kardeşlerime bırakıyorum. sırf arama motorlarında daha üst sıralara yerleşmek için belli başlı tedirgin edici anahtar kelimeler sıralamak istiyorum: ekonomik kriz, iş aramak, işsiz olmak, kiralık ev aramak, ergenekon, tehdit e-mailleri, gizli numaradan arayanlar vs.

ne yani şimdi bunları yazınca elime ne geçti ki? korku ruhu kemirir tabi ki herr fassbinder!

neyse bir an şunu farkettim ki bunu yazıp canımı daha da çok sıkmak istemiyorum.

Cumartesi, Aralık 27, 2008

100

Blogun 100.yazısını, yeni yıl dolayısıyla girelim.

Geçen yıl dediklerim şuracıkta.

Geçen yıldan çok öteye gidemedim. Ağıt-küfür-öfke-korku sarmalında yyy sorunsalını devam ettirdim. Evi ve bütceyi tek başıma idame ettirme başarısının yanı sıra, yıl sonunda yeterli olmanın mutluluğu geldi. Tabii bahar aylarındaki ilk başarısızlığın gölgesinde... Saçmalamaya devam ettim tüm bir yıl; garip şekilde aynı hataları ısrarla tekrarlamam, sanki sevdiğim şarkıların nakaratlarını tekrarlamak gibiydi. Yine insanları kızdırdım, kırdım. İnsanlar beni ilgilendirmedi; genelde onlardan kaçarken yakalanmam dışında çok bir muhabbetimiz olmadı.

En nihayetinde hayatta kalmayı başardım kendime rağmen...

Pazartesi, Eylül 15, 2008

vicdan azabı

yazabildiğim ya da ifade edebildiğim bir vicdan azabım varsa sanırım hayata dair en hafif olanıdır o.

- bu otobüs sahilden mi gidiyor?
- hayır, bu sahilden gitmiyor
- (kapı kapanırken) peki hangisi gidiyor?
- (kapı kapandı kapanacak) B2

kahretsin...

çok özür dilerim etekli kadın, maalesef az önce benim yüzümden binmediğiniz ve bir sonrakinin yağmur altında 20 dakika bekledikten sonra gelecek olan otobüs sahilden gidiyordu. özür dilerim tekrar, dalgımlığıma geldi kısaca "signomi, eimai malaka!, aleithia".

atina'da yoğun nemli bir haftanın ardından yağmur başladı; hava şimdi daha da boğucu.